18 Aralık 2005

Eski adamlar...


güneş tutulunca
dağlardaki mağralara gider
aylarca hatta yıllarca orda yaşarlarmış.
Ama bizim evlerimiz
televizyonlarımız, msnlerimiz,
hakkında hemen hemen hiç birşey bilmediğimiz
ama çok güvendiğimiz kurumlarımız var.
Bilimimiz var. Aklımız var.

Elimde olsa 29 Marttan 10 gün önce giderim köyüme
Ağustosa kadar da paşalar gibi yaşarım.
Ama benim elimde değil, elimde olsaydı da
yukardakilerim olduğundan yapamazdım heralde.
Daha da elimde olsaydı gider eski adamlara karışırdım;
severim eski adamları bilirsiniz.

10 Aralık 2005

SiS

'Yaşadıkların
Öldürdüklerindir!..
Ne kadar ki yaşarsın,
O kadar öldürürsün;
Ne kadar ki öldürürsün,
O kadar yaşarsın.'

Oruç Aruoba - De Ki İşte




Ey sisler içindeki yolcu!
Yavaş yürü, daha da eğ başını.
Boşuna savurayım deme yumruğunu,
Gözlerini dikme boşuna derinlere...
Görüp göreceğin,
İçine çekeceğin
İşte bu sis yalnızca.

Ey sislerin tutsağı!
Bir düşün.
Yalnızca yolun mu yiten?
Bulabilir misin el yordamıyla
Kendinden de yitenleri?
Oysa iki adım ardındalar hala,
Oysa bekliyorlar seni.
Ama elinle yaktığın ateş
Büyüyor biryerlerde.
Aleviyle değil;
Sisiyle, dumanıyla.

Öldürdüklerin arkanda,
Öldüreceklerin önünde...

05 Aralık 2005

bilinmez

Bir sokak kedisi takılıyor peşime
gecenin bir vakti, sorgusuz,
avutuyoruz birbirimizi
sevgimi veriyorum ben,
o da bana sıcaklığını.
Sonra "gelme artık" diyorum,
gelmiyor.
şaşırıyorum.

27 Kasım 2005

delinin adı yok


Haç değildi... İpler!!!
Sıkan, sarkan örümcek ağları gibi ipler...


Uyandı. Karıncalandı her yeri; karıncalanmazdı oysa, irkildi kasları; bu imkansızdı. İrkilme terk ederken vücudunu fark etti ipleri, özellikle sıkanları. Hepsi sıkmıyordu, kimisi gevşekti, kimisi çözülmek üzere. Bu karanlıkta bunları görebildiğine şaşırdı. Yandı gözleri, iğneler battı sanki. Gözlerini en son açışını hatırlayamadı, hiç açıp açmadığını da. Aslında şu an gözlerinin açık olup olmadığına da emin olmadığı kanısına vardı, zifiri karanlıktı çünkü. Evet yanıyordu gözleri, ipleri seçebiliyordu hiç ışık olmamasına rağmen, ama bu yoğun bir hissetmenin verdiği eminlikten de olabilirdi. Aslında bunların çok da önemli olmadığını düşündü. Ah! Bir de şu ipler sıkmasaydı... Özellikle boynuna yağlı ilmek gibi bağlı olan her dakika, her an daha da sıkıyordu, milimetrik hareketlerle, ama sıkıyordu, varlığında hissettiği en net şey buydu.
Ama kurtulmak istemiyordu bu iplerden, biliyordu boştu aşağısı ve en karanlık da orasıydı. Hiç bir şey seçilemezdi orada; ipler bile... ve zaten ipler olmayacaktı orda. Ama sıkmasa yeterdi şu boynundaki ip öbürlerine katlanabilirdi. Katlanmak zorunda olduğunun da bilincindeydi, yoksa sonu aşağısıydı: o korkunç aşağısı...
Ürpermekten, irkilmekten, karıncalanmaktan başka tek hareket dahi edemiyordu. Birden müthiş bir biçimde etrafına bakma ihtiyacı hissetti. Etrafına ve aşağı, ve yukarı. “Aman Tanrım!” bir de yukarısı vardı. Onu kavrayamadı. Yine irkildi. O kadarla kaldı. Ne boynunu oynatabildi, ne de gözlerini. Bu arada ufak bir ipin çözülüp ayrıldığını hissetti vücudundan. Onun orda olduğunun farkına ancak ondan ayrılırken varabilmişti. Aldırmadı.
Bekledi. Bir süre öylece bekledi. Bir şeylerin eksikliğini hissetmeye başladı bekledikçe. Cevap beyninde çınladı birden: Ses! Ses olmalıydı. Bir şeylerin sesi olmalıydı. Mesela... mesela... hiçbir ses gelmedi aklına, ama dinlemeye karar verdi. Dinledi, dinledi. Ses yoktu! Yalnızca bütün benliğiyle hissettiği, ağır ağır akan ve onunla beraber herşeyi içine alan bir şey vardı. Ama bu ses değildi. Peki ya ses dediği ve olmayan bu şeyi nerden biliyordu? Peki, bu akan şey neydi? Nasıl olur da şimdi onu tüm benliğiyle hissettiği halde, dinlemeden önce farkına varamamıştı? Nasıl bir şeydi ki bu onunla birlikte herşeyin etrafından ve içinden böyle çıldırtıcı bir ahestelikle akıp gidebiliyordu? Nerden geliyordu, nereye gidiyordu? Nasıl başlamıştı akmaya ve ne yapıyordu beraberinde götürdüklerini? Evet beraberinde bir şeyler götürüyordu, ondan, iplerden, aşağıdan, yukarıdan anlaşılmayan bir biçimde. Herşeyin içinden aklın alabileceği en küçük parçaları koparıp, lime lime edip alıp gidiyordu. Hissedebiliyordu bunu.
Demin vücudundan ayrılan ip geldi aklına birden ve anladı. Bu akan şey ayırmıştı o ipi vücudundan. Yavaş yavaş çürütmüştü zaten sağlam olmayan bağları ve en sonunda ayrılmışlardı birbirlerinden. Beyninde bir şimşek çaktı: “Peki ya bütün iplerimi koparırsa böyle, ayırırsa beni aşağıya düşmemi engelleyen bağlarımdan!” Ama birazdan gerçekleşmesi daha muhtemel olan ihtimali gördü. Onu bütün iplerinden ayırmadan önce, zaten ondan geriye bir şey bırakmamış olacaktı. Yüreği burkuldu. Sonun varlığını kavradı ve bu gerçeğin altında ezildi. Boynunu sıkan ipe dahi aldırmaz oldu. Hüznün kapladığı bedeni gevşedi ve yeniden uykuya daldı.

16 Kasım 2005

düşünkonuş

Bir açıklama mahiyeti olmadan kullanılan "yani"lere hatta "yeaaani"lere tahammül edemiyorum artık. Tek başına ne pozitif ne de negatif bir anlama sahip olan bu kelime, bence, hiçbir soruya tek başına cevap değildir. (En azından ben, soruma cevap olarak verilen "yani"den sadece ucube bir anlamsızlık çıkarıyorum). Ayrıca "yani" birisinin fikir beyanından sonra söylendiğinde de söyleyenin duruşunu göstermiyo. Ne katılıyo ne de karşı çıkıyo bunu söyleyen. Bu haliyle sanki politik bi duruş gibi görünebilir ama bence söyleyenin anlatım eksikliğidir hatta ayıbıdır. Bu kadar.

14 Kasım 2005

Gülün kokusu kaldı

Altı ay sonra yine bir Erkan Oğur & İsmail H. Demircioğlu konserindeydim. [Altı ay önce Odtü'deki konsere afiş bile tasarlamıştım. Vay be ne oldum demeyecek insan :)] Bu konser de diğerleri gibi anlatılamayacak kadar etkileyiciydi. Çok ciddi düşündüm konserin bi yerinde: "Ulan bu adamlar neler diyo, ben nelerle uğraşıyorum.." Yine de uğraşıyorum işte. Bişeyler yapılabilir mi acep?

65 kiloyum

Modern zamanın üstüme kazıdığı
bütün kirleri soyunup atsam,
kaç gram kalırım acaba,
kaç
gram?

09 Kasım 2005

Özgürüz biz

Bir kedi kuyruğu kadar...

02 Kasım 2005

Tebdil-i Mekân




05/11/2005 tarihinde saat 23:00'da Nilüfer Turizm'in Ankara İstanbul seferini yapacak olan otobüsünde en arka koltuktaki yeşil saçlı sırıtan kişi benim. Şimdi de sırıtıyorum aynı şekilde...

26 Ekim 2005

Deli Hikmet (1)

“...
Deniz yırtılır kimi zaman
Bilmezsiniz kim diker
Ben dikerim!
Uyanır bakarsınız ki mavi...”



Uzatsam elimi tutardım, düşmezdi küçük karınca suya. Ama herkesin bir vazifesi var değil mi şu hayatta. Bana düşmez suya düşen karıncalarla uğraşmak, kesin vardır vazifesi suya düşen karıncaları kurtarmak olan bir ekip. Bana ne! Onlar baksın bu işlere. Benim vazifem belli: Sabah akşam gezerim sokakları, caddeleri. Altını üstüne getiririm çöp tenekelerinin. Çocuklardan (o canavarlardan) kaçar, genç kızları kovalarım. Ama yine de öyle bakmasaydı keşke o karınca da taa gözümün içine. Herkesin hayatı kendini ilgilendirir canım! Bak şu simitlere, hiç karışıyorlar mı benim hayatıma. Kusura bakma karınca, sonra üzülürdük ikimiz de, bilirim suçlu da ben olurdum yine. Ama sen de sanki gözümün içine değil de ötelere baksan olmazdı. Yoksa vasiyetini mi söyleyecektin bana. Ama ben anlamam ki karıncaca, arıca olsa bir yere kadar. Yok yok, intihar etti besbelli. Yoksa düşer mi bi karınca durup dururken cup diye suya. Ne derdi vardı garibin kim bilir. Bir dertsiz tasasız ben varım herhalde şu dünyada. Karıncaya intihar ettiren dert kim bilir neler ederdi şu başımdaki bitlere.

13 Ekim 2005

Delilerden ben anlarım

...::: Deli Hikâyeleri* :::...
çok yakında burda


*(internetibağlatmayıbaşarabilirsemvedecanımisterseyazmayıtabii)

Sonnet 66

Tired with all these, for restful death I cry,
As, to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And guilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly doctor-like controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tired with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone.



Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.


Üstteki William Shakespeare'in 66. sonesi,
alttaki ise bu sonenin Can Yücel tarafından
Türkçeye "çevrilmiş" hali.
Edebiyat çevirisinde daha iyisi yapılabilir mi bilmiyorum.
Can Yücel'in yaptığı çevirmekten öte
bir eseri aynı incelikle başka bir kültürde yaratmak kanımca.
Çeviri yapan herkesin görmesi gereken bi çalışma bu bence.

12 Ekim 2005

An Gelir


Gidiş hep kötüye;
artık anladım...
Zamanın "götürmek"
en büyük mahareti.
Ustanın da dediği gibi:
"görünmez bir mezarlıktır zaman"


Çok Üzgünüm.

04 Ekim 2005

h(ö)a(l)y(ü)a(m)t

Bir güvercin yavrusu düşer ağaçtan yere,
Tam da yüzlerce yıllık bir paşa mezarının yanına.
Uzanıp alamam yerden demir parmaklıklar,
resmi sorumluluklar var arada.
Taze bir ceset yatmakta az ötede selimiye camii*nde musalla taşında
Töreni yapılsın diye beklemekteyim
beklemekteyim gözüm yavrucakta.
Cenaze kalkar birazdan koyulur top arabasına.
Uzaklaşırken paşa mezarının yanıdan top arabasının arkasında
Kara bir kedi ağır adımlarla yönelir yavrucağa...
Önümde yeni ölü, arkamda yüzlerce yıllık ölü
Aklımda 10 dakika sonrasının ölüsü
Hayat denen yanılgı ise her yanda o anda...

*İstanbul Üsküdardaki küçük Selimiye Camii

02 Ekim 2005

Bismark *

Durağın arkasında her sabah ayağını yola uzatıp oturan dilenci
Kötü havalarda sabah yedide başladığı
mesaisine gelmiyor.
Boş kalıyor oturduğu kaldırım
öbürleriyle aynı olsa da hissediliyor bu.
Naapıyor acaba,
hiç uyuyor gibi gelmiyor bana nedense,
Nedense?


* Böyle de bişey vardı...

29 Eylül 2005

Poster

Yağmurlu bir sabahın ilk saatlerinde gördüm resmini
sokakta.
Siyah beyaz resminde gökyüzüne bakıyordu
arabesk gözlerle.
Resminin altında şöyle yazıyordu:
Her pazar kır kahvesinde.
Poster yağmurda yavaş yavaş bozuluyordu
çöp tenekesinin üstünde...

Başarı denilen şey
nedir ki?

23 Eylül 2005

Bekle beni ankara

iki buçuk
ay sonra
dönüyorum ankaraya.
mutluyum...

15 Eylül 2005

enteresan

Gün içinde kafamda birsürü şey oluyor. Bunları yazayım diyorum akşam bloga, sonra akşam açıyorum blog sayfamı bi bakıyorum aklımdaki herşey ama herşey uçmuş gitmiş. Şimdilik safiyane bi tavır takınıyor ve diyorum ki "boşver iyi oluyo, en azından bu blog benim kafamı boşaltmama yarıyo.." Başkalarının bloglarını okumaya zaman kalıyo bu arada hem.
Öyle işte...

04 Eylül 2005

İzafiymiş Zaman


İzafiyet teorisi şüphesiz doğrudur.
Bizzat yaşayarak öğrendim.
Asteğmen eğitimi sürerken kışla
sınırları içinde geçen bir haftanın
hemen tellerin dışında geçen 3 haftaya
denk olduğuna yemin edebilirim.

11 Ağustos 2005

HomoStupidus


Canım arkadaşımı kırdım bugün.
Hem de bu gece askere gideceğim ve
belki onu bikaç ay görmeyeceğim.
Gönlünü almaya bile fırsatım olmayacak.
Akıl denilen şey yalan aslında;

salaklık bâki. "Anlamadan dinlemeden"
konuşmuycam artık Ama bunun
faturasını Ali'nin ödemesi çok kötü
Kendimden utanıyorum...

10 Ağustos 2005

"Böbrek diye bişey olmasın" imza kampanyası


Böbrek adlı organın İnsan vücudundan
çıkarılmasını ve yerine daha az problem

çıkaran tercihen hiç problem
çıkarmayan bi uzuv yerleştirilmesini
talep ediyorum. Bunun için de bi imza
kampanyasıbaşlatıyor,
modern Tıbba güveniyorum...

08 Ağustos 2005

Askere Gidiyorum


Bugün itibariyle askerliğimi İstanbul Küçükyalıda
yapacağımı öğrendim.
Ne kadar çok şey söylenebilir aslında
ama ben bişey hissetmiyorum...

07 Ağustos 2005

İlk Başlık

İlk Blog
Biraz Uzasın diye
Böyle satır atlıyorum
Her öbek için
siz atlamayın