Haç değildi... İpler!!!
Sıkan, sarkan örümcek ağları gibi ipler...
Uyandı. Karıncalandı her yeri; karıncalanmazdı oysa, irkildi kasları; bu imkansızdı. İrkilme terk ederken vücudunu fark etti ipleri, özellikle sıkanları. Hepsi sıkmıyordu, kimisi gevşekti, kimisi çözülmek üzere. Bu karanlıkta bunları görebildiğine şaşırdı. Yandı gözleri, iğneler battı sanki. Gözlerini en son açışını hatırlayamadı, hiç açıp açmadığını da. Aslında şu an gözlerinin açık olup olmadığına da emin olmadığı kanısına vardı, zifiri karanlıktı çünkü. Evet yanıyordu gözleri, ipleri seçebiliyordu hiç ışık olmamasına rağmen, ama bu yoğun bir hissetmenin verdiği eminlikten de olabilirdi. Aslında bunların çok da önemli olmadığını düşündü. Ah! Bir de şu ipler sıkmasaydı... Özellikle boynuna yağlı ilmek gibi bağlı olan her dakika, her an daha da sıkıyordu, milimetrik hareketlerle, ama sıkıyordu, varlığında hissettiği en net şey buydu.
Ama kurtulmak istemiyordu bu iplerden, biliyordu boştu aşağısı ve en karanlık da orasıydı. Hiç bir şey seçilemezdi orada; ipler bile... ve zaten ipler olmayacaktı orda. Ama sıkmasa yeterdi şu boynundaki ip öbürlerine katlanabilirdi. Katlanmak zorunda olduğunun da bilincindeydi, yoksa sonu aşağısıydı: o korkunç aşağısı...
Ürpermekten, irkilmekten, karıncalanmaktan başka tek hareket dahi edemiyordu. Birden müthiş bir biçimde etrafına bakma ihtiyacı hissetti. Etrafına ve aşağı, ve yukarı. “Aman Tanrım!” bir de yukarısı vardı. Onu kavrayamadı. Yine irkildi. O kadarla kaldı. Ne boynunu oynatabildi, ne de gözlerini. Bu arada ufak bir ipin çözülüp ayrıldığını hissetti vücudundan. Onun orda olduğunun farkına ancak ondan ayrılırken varabilmişti. Aldırmadı.
Bekledi. Bir süre öylece bekledi. Bir şeylerin eksikliğini hissetmeye başladı bekledikçe. Cevap beyninde çınladı birden: Ses! Ses olmalıydı. Bir şeylerin sesi olmalıydı. Mesela... mesela... hiçbir ses gelmedi aklına, ama dinlemeye karar verdi. Dinledi, dinledi. Ses yoktu! Yalnızca bütün benliğiyle hissettiği, ağır ağır akan ve onunla beraber herşeyi içine alan bir şey vardı. Ama bu ses değildi. Peki ya ses dediği ve olmayan bu şeyi nerden biliyordu? Peki, bu akan şey neydi? Nasıl olur da şimdi onu tüm benliğiyle hissettiği halde, dinlemeden önce farkına varamamıştı? Nasıl bir şeydi ki bu onunla birlikte herşeyin etrafından ve içinden böyle çıldırtıcı bir ahestelikle akıp gidebiliyordu? Nerden geliyordu, nereye gidiyordu? Nasıl başlamıştı akmaya ve ne yapıyordu beraberinde götürdüklerini? Evet beraberinde bir şeyler götürüyordu, ondan, iplerden, aşağıdan, yukarıdan anlaşılmayan bir biçimde. Herşeyin içinden aklın alabileceği en küçük parçaları koparıp, lime lime edip alıp gidiyordu. Hissedebiliyordu bunu.
Demin vücudundan ayrılan ip geldi aklına birden ve anladı. Bu akan şey ayırmıştı o ipi vücudundan. Yavaş yavaş çürütmüştü zaten sağlam olmayan bağları ve en sonunda ayrılmışlardı birbirlerinden. Beyninde bir şimşek çaktı: “Peki ya bütün iplerimi koparırsa böyle, ayırırsa beni aşağıya düşmemi engelleyen bağlarımdan!” Ama birazdan gerçekleşmesi daha muhtemel olan ihtimali gördü. Onu bütün iplerinden ayırmadan önce, zaten ondan geriye bir şey bırakmamış olacaktı. Yüreği burkuldu. Sonun varlığını kavradı ve bu gerçeğin altında ezildi. Boynunu sıkan ipe dahi aldırmaz oldu. Hüznün kapladığı bedeni gevşedi ve yeniden uykuya daldı.
1 yorum:
Uyanmak
her yigidin harci degildir.
Yorum Gönder